9 Temmuz 2008 Çarşamba

Nietzsche den...

Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür, bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam :"Bu köprüyü geçip bana gelir misin?" İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın...

Friedrich Nietzsche

4 Temmuz 2008 Cuma

IZGARA TABAĞINI BEKLERKEN

Yunan müzikleri çalıyor.Ne diyor bilmem ama içli bir aşk şarkısı gibi geliyor kulağıma.Önümde duran masada üzerleri buğulanmış bir bardak soğuk su, bir de soda var bilindik bir marka.
Fırının içinden sıcak hava yayılıyor ve kor odunun, usul usul yanan ateşin alevlerinin büyüsüne kapılıyorum.Kızıllık girdap gibi içine çekiyor insanı baktıkça..
Özgür hissediyorum kendimi, etrafımda baktığım herşey sanki yerni ve ilham veriyor.Az sonra özenle seçtiğim ızgara tabağım da gelecek ve afiyetle yiyerek alternatif bir mutluluk yaşayacağım bir an.
Özgürlüğüm alternatifler ve seçimlerle dolu..İstersem yapıp yapmadıklarımdan yeni bir dünya ve kendime küçük mutluluklar yaratıyorum.
Geride, içimde, aklımın köşesinde bir yerlerde hep sızılar, terkedişler,yarım kalanlar, hayaller, buruk sevgiler, coşkular, heyecanlar, olmayacak aşklar ve imkansızlıklar üzerine düşünceler kalıyor...

1 Temmuz 2008 Salı

BİR GEZİ NOTLARI

Kimi ekili, kimi boş , kimi bağ bahçe olan arazilerin arasından kıvrılarak gittiğim asfalt yoldan ve tepeyi aştığımda , karşımda bu küçük, köhne kasabayı görerek , babamın mısralarındaki gibi “Benim tozlu, kel Çal’ım” diyerek kavuştuğumda içime mutluluk dolduran o yerden şimdi ayrılıyorum, senden ve senin anılarından izlerle batan güneşle beraber..Bir iki damla buruk gözyaşım var, hepsi bu...Ah o günler ne güzeldi, saftı, temizdi..iyi ki yaşamışım...
Daha sabah Pazar yerinde dolaştık eski bir dostum, annem ve kızımla..şehirliler için tam nostalji..Nerede bulacaksın onca taze meyveyi, sebzeyi, yoğurdu, sütü, peyniri...dalından kopmuş çıtır maydanozu, mis kokan bahçe nanesini...Sabah erkenden kalkıp, buralara getiriyorlar çevre köylerden ve biz de üçe beşe alıyoruz..Ne zor köylünün işi, ne zor köylülük hali..
Tazecik kese yoğurdunu aldığımız teyzeyle konuşuyoruz ayaküstü.
-Bak teyze,bu yoğurt taaa İstanbul’a gidecek, ona göre.
-“Hafif tuzladın mıydı, bişeycik olmaz, zaten kaynamış o” diyor..Kesedeki yoğurttan torbaya yoğurdu koyma işini bitirince de bir anısını anlatıyor bize:
-Kızım ben cahil insanım, bir kere çıktım gittim İstanbul’a, oğlum askerdi..Beyimle otobüse bindik, koca koca evler, apartumanlar..suyun üstüne köprü yapmışlar, ben altından geçerken başladım çırpınmaya, aman aşağı düşecekler diye, korkudan tir tir titredim, beyim bana kızdı, “sen ne diyon hanım, olmaz bişey koca köprü” diye...Hala duruyo mu o sular , o koca köprü bile ? dedi...
-Duruyor teyze dedik, durmaz olur mu hiç, bi tane daha yapıldı, hatta belki biri daha yapılacak.
-Siz korkmuyonuz mu? dedi geçerken bile ordan?
-Yok dedik, alıştık biz....
Alıştık herşeye teyze şehirde, kalabalığa, trafiğe, korkuya, sahteliğe, suniliğe, kötülüğe, pis havaya, koşturmacaya, insanlık dışı olan, doğadan uzak, herşeye çok ama çok alıştık...
Kaç yaşında olduğunu sorduk, 45 dedi...Aman Allahım, biz de otuzsekiz..Bu kadar mı fark varmış aramızda, abla deseydik, ayıp oldu..Bağ bahçede toprakla uğraşmanın verdiği yıpranma dışında cildi gergin, yüzü gözü aydınlık, tek stresi malını pazarda satıp geri o parayla evine gidebilmek, üstelik sabaha kadar da zerde çekmişler (buğday öğütmüşler) değirmende...
Bizde ise yorgun bakışlar, tüm yüz çizgilerimiz çıkmış, gergin ifadeler, soluk yüzler...
Bu hayatlar içinde dünyaya gelsek, biz de böyle olacaktık. Oysa şimdi yaşamlarımız çok aykırı, ortak tek noktamız para derdi...
Hayat , küçük , sıkışmış, herkesin birbirinin herşeyini bildiği bu yerlerde bizim için ürkütücü..Biz bu kadar samimi olamayız herkesle, aynı sofrada çat kapı birbirimizin ekmeğini yiyemeyiz. Dolmuşa bindiğimizde, “kimlerdensin, kimsin ?” diye sorulmasından hoşlanmayız..biz şehirde, kaybolmuş, kendi içimizde ve herkesten uzak, kendi sınırlarımızda yaşamaya alışkınız...Bu hayatlar zor gelir..
Yılda bir iki kez , o da kaçamak zamanlarda ancak temiz hava almak, özlediğimiz doğayla bir olmak ve hep oradaymışçasına soluklanabilmek için bu yerleri kullanırız..
Ama yaşam süprizlerle dolu, ne getireceği belli olmaz, bir gün herşeyi bırakıp, çekip gitmek istediğimde, bu yer, bu rengine bayıldığım kırmızı topraklar sığınağım da olabilir...
“Benim tozlu, kel Çal’ım”.....